Cumartesi

Ütopya Tasarlamak

Her ne kadar “bilimsel olmayan”, “uygulanması olanaksız bulunan toplum düşleri”, “evrende yeri bulunmayan” vb biçimlerde tanımlanıyorsa da ütopya tasarlamak hayal kurmak değildir. Herhangi bir ütopyayı benimsemek de, deyiş yerindeyse “olmayacak duaya âmin demek” anlamına gelmez. Çünkü ütopyalar, düşünsel özgürlük alanlarıdır; ütopyalarda ufuk yoktur. Bu nedenlerle ütopyaları herhangi bir nedenle ve herhangi bir biçimde sınırlandırmak ve nitelendirip sınıflandırmak anlamsız bir uğraşıdır. Öte yandan, ütopyalarda kurgulananlara gerçek yaşamda karşılıklar bulmaya kalkışmak, deyim yerindeyse “abesle iştigal etmektir”. Kurgulananları herhangi bir gerekçeyle doğru/yanlış, güzel/çirkin, anlamlı/anlamsız vb biçimde nitelendirmek ise ütopyaları “ütopya” saymamaktır. Buna karşılık ütopyaların kurgulanması ve dile dökülmesi sırasında da olgusal, düşünsel ve dilsel tutarlılığın sağlanmasına gerektiğince özen gösterilmesi beklenir. Böyle yaklaşıldığında ütopyaların toplumsal, kültürel, siyasal yaşamın hiç sönmeyecek deniz fenerleri olarak görülmesi bir abartı sayılmamalıdır: Deniz fenerleri ise gemiler, dolayısıyla da gemiciler ve yolcular arasında ayrım yapmaz. Bu yakıştırmalar göz önünde bulundurulduğunda, “ütopya” olduğu başlangıçta söylenen bir düşünsel üretimin “bilimsel” olarak nitelenen bir etkinlikte görüşe açılması anlamlı bulunmayabilir. Gerçekten de anlamsız mıdır acaba? Ayrıca, bir “ütopyanın” dünya ve ülke genelindeki egemen üretim ilişkilerinden soyutlanarak bir sektör özelinde kurgulanması ne denli anlamlıdır? Tartışılması gerekiyor. 
Öte yandan, tüm kesimleriyle yurttaşlarımız, özellikle de çeşitli düzeylerdeki ülke yöneticileri, akademisyen ve araştırmacılar, uygulamacılar, demokratik kitle örgütleri son zamanlarda çok alınganlaştı. Kimileri, dışarıdan gelen her değerlendirmeye öylesine bir tepki veriyor ki, değerlendirmeyi yapan bin pişman oluyor; kimileri ise, “Hadi canım sen de!” dercesine hiç tepki vermiyor. Üstelik yalnız alınganlaşmadılar, pek de sinirli oldular; en küçük bir eleştiri bile, deyim yerindeyse, “kan çıkmasına” yol açabiliyor. Sonra, kimse kimseyi dinlemiyor; dinliyormuş gibi yapıyor, ama çoğunlukla dinlemiyor; dinlemediği için de kimse kimseyle tartışmıyor; kavga yapıyor ama tartışmıyor. Güzel ya da çirkin, yanlış ya da doğru, eksik ya da tam ama farklı şeyler düşünen, yapanlar çıkıyor az da olsa; ne gam, ya görmezden geliniyor ya da “vurun abalıya” deyimini çağrıştıran tutumlara girilip kolayca dışlanabiliyor. Yanıtlanması gerekmektedir: Acaba kaç kişi, kurum, olay ya da herhangi bir düşünsel, sanatsal ürün toplumun çoğunluğu tarafından baş tacı edilebiliyor son yıllarda? Her yapılan edilen o denli kötü, yanlış, çirkin mi ya da tümüyle yanlış, yetersiz midir? Peki, “dünün” anımsanmasına katkıda bulunabilecek ilişkiler, etkinlikler, ortamlar yeterince var mı; yeterince yoksa acaba böyle bir gereksinme duyuluyor mu; duyuluyorsa eğer olması için gerektiğince çaba gösteriliyor mu? 
Oysa, Türkiye, ekolojik koşulları, binlerce yıllık tarihsel geçmişi, varlığını ve yönlendiriciliğini günümüzde de sürdüren toplumsal ve kültürel gelenek ve görenekleri öylesine çeşitli, öylesine değişken, öylesine güdeleyici, yaratıcı ve üretken bir ülke ki… Bu ortak varsıllık görülmüyor ya da görülemiyor; görülebilenler gerektiğince anlaşılabiliyor, anlaşılabilenler de yeterince içselleştirilebiliyor mu acaba? Bence bu soruya olumlu bir yanıt verilebilmesi, en azından pek çok alan için olanaksızdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder