Cumartesi

Ütopya Tasarlamak

Her ne kadar “bilimsel olmayan”, “uygulanması olanaksız bulunan toplum düşleri”, “evrende yeri bulunmayan” vb biçimlerde tanımlanıyorsa da ütopya tasarlamak hayal kurmak değildir. Herhangi bir ütopyayı benimsemek de, deyiş yerindeyse “olmayacak duaya âmin demek” anlamına gelmez. Çünkü ütopyalar, düşünsel özgürlük alanlarıdır; ütopyalarda ufuk yoktur. Bu nedenlerle ütopyaları herhangi bir nedenle ve herhangi bir biçimde sınırlandırmak ve nitelendirip sınıflandırmak anlamsız bir uğraşıdır. Öte yandan, ütopyalarda kurgulananlara gerçek yaşamda karşılıklar bulmaya kalkışmak, deyim yerindeyse “abesle iştigal etmektir”. Kurgulananları herhangi bir gerekçeyle doğru/yanlış, güzel/çirkin, anlamlı/anlamsız vb biçimde nitelendirmek ise ütopyaları “ütopya” saymamaktır. Buna karşılık ütopyaların kurgulanması ve dile dökülmesi sırasında da olgusal, düşünsel ve dilsel tutarlılığın sağlanmasına gerektiğince özen gösterilmesi beklenir. Böyle yaklaşıldığında ütopyaların toplumsal, kültürel, siyasal yaşamın hiç sönmeyecek deniz fenerleri olarak görülmesi bir abartı sayılmamalıdır: Deniz fenerleri ise gemiler, dolayısıyla da gemiciler ve yolcular arasında ayrım yapmaz. Bu yakıştırmalar göz önünde bulundurulduğunda, “ütopya” olduğu başlangıçta söylenen bir düşünsel üretimin “bilimsel” olarak nitelenen bir etkinlikte görüşe açılması anlamlı bulunmayabilir. Gerçekten de anlamsız mıdır acaba? Ayrıca, bir “ütopyanın” dünya ve ülke genelindeki egemen üretim ilişkilerinden soyutlanarak bir sektör özelinde kurgulanması ne denli anlamlıdır? Tartışılması gerekiyor. 
Öte yandan, tüm kesimleriyle yurttaşlarımız, özellikle de çeşitli düzeylerdeki ülke yöneticileri, akademisyen ve araştırmacılar, uygulamacılar, demokratik kitle örgütleri son zamanlarda çok alınganlaştı. Kimileri, dışarıdan gelen her değerlendirmeye öylesine bir tepki veriyor ki, değerlendirmeyi yapan bin pişman oluyor; kimileri ise, “Hadi canım sen de!” dercesine hiç tepki vermiyor. Üstelik yalnız alınganlaşmadılar, pek de sinirli oldular; en küçük bir eleştiri bile, deyim yerindeyse, “kan çıkmasına” yol açabiliyor. Sonra, kimse kimseyi dinlemiyor; dinliyormuş gibi yapıyor, ama çoğunlukla dinlemiyor; dinlemediği için de kimse kimseyle tartışmıyor; kavga yapıyor ama tartışmıyor. Güzel ya da çirkin, yanlış ya da doğru, eksik ya da tam ama farklı şeyler düşünen, yapanlar çıkıyor az da olsa; ne gam, ya görmezden geliniyor ya da “vurun abalıya” deyimini çağrıştıran tutumlara girilip kolayca dışlanabiliyor. Yanıtlanması gerekmektedir: Acaba kaç kişi, kurum, olay ya da herhangi bir düşünsel, sanatsal ürün toplumun çoğunluğu tarafından baş tacı edilebiliyor son yıllarda? Her yapılan edilen o denli kötü, yanlış, çirkin mi ya da tümüyle yanlış, yetersiz midir? Peki, “dünün” anımsanmasına katkıda bulunabilecek ilişkiler, etkinlikler, ortamlar yeterince var mı; yeterince yoksa acaba böyle bir gereksinme duyuluyor mu; duyuluyorsa eğer olması için gerektiğince çaba gösteriliyor mu? 
Oysa, Türkiye, ekolojik koşulları, binlerce yıllık tarihsel geçmişi, varlığını ve yönlendiriciliğini günümüzde de sürdüren toplumsal ve kültürel gelenek ve görenekleri öylesine çeşitli, öylesine değişken, öylesine güdeleyici, yaratıcı ve üretken bir ülke ki… Bu ortak varsıllık görülmüyor ya da görülemiyor; görülebilenler gerektiğince anlaşılabiliyor, anlaşılabilenler de yeterince içselleştirilebiliyor mu acaba? Bence bu soruya olumlu bir yanıt verilebilmesi, en azından pek çok alan için olanaksızdır.

Cuma

ETNİK YAPI

(Thomas More'un ütopyasındaki etnik yapı için bakınız : http://www.asiantribune.com/news/2012/01/30/general-philosophy-thomas-more%E2%80%99s-utopia)

Thomas More'a göre etnik yapı kavramı tamamen safdışı bırakılıp Ütopya'da yaşayan herkese Ütopyalı gibi bakılmalı ve bu şekilde değerlendirilmelidir. Bizce bu görüş yanlıştır. Bu noktada belli bir ayrım yapmak söz konusu olabilir. Çünkü kabataslak bakıldığında herkesin Müslüman olduğunu düşünüp herkesi Şeriat Mahkemelerinde yargılayıp Şer'i hükümlere göre cezalar verilirse bu bir Hıristiyan için adil olmaz ve huzursuzluk çıkar. Bu noktada bu ayrımın dine mi, dile mi, mezhebe mi, etnik kökene göre mi yapılacağı düşünülmelidir. Şimdi bunları tek tek ele alalım.

1-) Etnik Kökene Göre
Dünya tarihinde birçok devlet vatandaşlarını etnik kökenlere göre gruplara ve hatta küçük devletçiklere ayırmayı denemiştir. Buna örnek olarak Osmanlı'nın özerk devletleri ve Selçuklu'nun uç beylikleri verilebilir. Burada beylikler yahut özerk devletlerin sınırları çizilirken göz önünde bulundurulan ilk etken etnik kökendir. Ayrıca bu ayrım bir süre sonra büyük huzursuzluklara ve vahim sonuçlara yol açacaktır. Örneğin Türkiye'de PKK, Kürtlerin zulümlerine karşı çıkmak için oluştuğunu iddia etmektedir. İddiası her ne kadar yalan olsa da bahane edebilecekleri böyle bir "koz"u onların eline vermemek gerekirdi. Yahut Bask bölgesindeki vatandaşlarına yıllarca 2. sınıf insan muamelesi yapan İspanya'nın da uzun yıllar terörle savaşması yine bu etnik kökene göre ayrım yapmadan ileri gelmektedir. Ayrıca Osmanlı ve Selçuklu'nun son dönemlerinde görülen beylik yahut özerk devletlerin ana devlete karşı düşmanlarla birleşmesi özerkliğin de çözüm sağlayamayacağını açıkça göstermektedir. Tüm bu etkenler göz önünde bulundurulduğunda vatandaşların tasnifinin etnik kökene göre yapılmasının ne kadar vahim olduğu görülmektedir.

2-) Dile Göre
Dile göre tasnif yapmanın etnik kökene göre tasnif yapmadan pek de bir farkı bulunmadığı düşünülerek üstte sıralananların bu tasnif çeşidini de çürüttüğü varsayılmıştır.

3-) Mezhebe Göre
Tarihte gelen tüm dinlerin tek bir ortak amacı vardı: yeryüzüne düzen getirmek. Buda da bunun için çalıştı, Hz. Muhammed de, Hz. İsa da... Ve hatta Aristoteles, Platon gibi Tanrı'nın varlığını reddettiği iddia edilen birtakım filozoflar dahi öğretilerinde önceliği iyi ahlaklı olmaya ve düzenli bir dünya için çalışmaya vermiştir. Tüm bunlar göz önüne alındığında düzen için inen dinleri adeta düzensizlik çıkmazının içine sürükleyecek mezheplere ayırmanın gereksizliği görülmektedir. Ayrıca ideal devlet bir İslam Cumhuriyeti olacağından mezhepte ayrıma gitmek, yönetici kadrosunun da mezheplerinin sortgulanmasına yol açacaktır.

4-) Dine Göre
Bu noktada İslam Cumhuriyetindeki tasnifi anlamak için bakılması gereken 2. el kaynak peygamberin sünneti olacağından, Medine döneminde Yahudilerle imzalanan Medine Antlaşmasına bir göz atılmalıdır. Bu antlaşmaya göre yahudiler kendi kalelerinde, Müslümanlar kendi kalelerinde yaşayacaktır ve yahudiler kendi şer'i kanunlarına Mü'minler ise kendi kanunlarına göre yargılanacaktır. Bizce de en mantıklısı budur. İdeal devlette vatandaşların tasnifi bu şekilde olacaktır.

Coğrafi Yapı


(Thomas More'un ütopyasındaki coğrafi yapı için bkz.              http://www.sparknotes.com/philosophy/utopia/section7.rhtml)

İdeal bir devletin coğrafi yapısı Thomas More'un da belirttiği gibi ılıman olmalıdır. More'a göre köylü ya da aristokrat her insanın doğuştan kabiliyetli olduğu tek bir konu vardır : tarım. Öyleyse insanların fıtratından gelen bu kabiliyet kullanılmalıdır. İnsanların tarımla uğraşabilmesi içinse coğrafi yapı ılıman ve gerektiğinde yağış alıcı bir konumda bulunmalıdır. Ayrıca coğrafi olarak çok yüksek olmayan bir yer seçilmeli, devlet kurulacak yerde çiftçilik faaliyetleri rahatlıkla yapılabilmelidir. 14 Mayıs Dünya Çiftçiler Gününün kurulacak ülkede milli bayram olarak kutlanması bile düşünülmelidir.

FARABİ'DEN PLATON'A İDEAL DEVLET

Platon (m. ö. 427-347) “Devlet” adlı diyalogunda ideal bir devlet düzeninin nasıl olması gerektiğini açıklamıştır. Bunu yaparken de her zaman ki yöntemini izleyip hocası Sokrates’i konuşturmuştur. Eserleri birçok kişi tarafından önemli görülse de Aristoteles’e bağlı kalan Farabi tarafından bu denli benimsenmesi şaşırtıcı olduğu kadar diyalogun önemini de ortaya koyan bir gelişmedir.

Farabi
Farabi
Farabi  (870-950) “el-Medinetü’l Fazıla” adlı eserinin beşinci kısmında devlet felsefesine yer vermiştir. Ona göre insan, neslini devam ettirebilmek ve en üstün mükemmelliği elde etmek için birçok şeye muhtaç olan bir yaradılışta varlığa gelmiştir. Ama onun bu şeyleri tek başına sağlaması mümkün değildir. Bu mükemmelliğe ancak birbirleriyle yardımlaşan birçok insanın bir araya gelmesiyle ulaşılır. İnsanların bu denli çeşitlilikte ve sayıda dünyaya gelmelerinin sebebi de budur. Mükemmelliğe şehirde ulaşılır. Devlet bir menfaat mekanizması değildir. Devlet insanların bir araya gelme ihtiyacından oluşur. Bu anlayış Platon’da da vardır ve Devlet diyalogunda bu ihtiyaca geniş yer vermiştir. Farabi devletle ilgili olarak sırasıyla bazı tanımlara da yer verdiği eserinde “Medine, şehir, millet ve köy”ün üzerinde dururken en iyi devletin özelliklerini vermeye başlar.

Ona göre en iyi devlet; gerçek adalete, orantılı eşitliğe dayanan devlettir ve bu devlette herkesin yaradılışına has bir görevi vardır. Farabi doğru bir devlet yapısını sağlıklı bir vücudun işleyişine benzetir. Platon da Devlet diyalogunun 441-c paragrafında toplumdaki bölümlerin insanda da olduğunu söylemiştir. Toplumun yapısı insanın yapısına benzetilmiştir. Farabi en iyi devlet şeklini tek bir kişinin mutlak hükümdar olmasına bağlar ve bu kişiyi de peygamber filozof olarak tanımlar.  Platon’da da filozofların başa geçtiği devlet mutluluk devleti en iyi devlettir.* Tek bir kişi olmazsa biri filozof olmak şartıyla iki kişi yönetebilir Farabi’ye göre.

İdeal Devlet’in karşısına dört kusurlu devlet koyan Farabi, bu devletleri şu şekilde sıralar: “cahil devlet, bozuk devlet, değişme halinde olan devlet ve sapkınlık halinde olan devlet”. Ve yine cahil devletin ilk örneklerine Platon’un Devlet’inin 8. ve 9. Kısımlarında rastlanır. Ancak Farabi’nin sınıflaması geliştirilmiş ve değiştirilmiş bir haldedir. Cahil devleti mutluluğun ne olduğunu bilmeyenler olarak tanımlıyor ve 6’ya ayırıyor:
  1. Hayvansal ihtiyaçları gideren devlet ( Platon’un Devlet’inde asgari, zaruret devletine karşılık gelir)
  2. Zenginlik devleti (Platon’un Devlet’inde oligarşik devlet)
  3. Bayağılık ve düşüklük devleti
  4. Doymak bilmezler
  5. Ün, şeref, güç ve kudret arayanlar ( Platon’un Devlet’inde timokrasi)
  6. Demokrasi

Farabi’ye göre 1. Ve 6. Şekiller diğerlerine göre biraz daha iyidir. Düzeltilme şansları vardır. Sonra daha önce Platon’un Devlet’inde yer verdiği şekline çok yakın bir şekilde sıralanmış ideal bir devletin yöneticisinde bulunması gereken özellikleri veriyor. Bu ideal devlet başkanında her yönden mükemmellik aranıyor. Bu özellikler:
  • Fiziksel liyakat ve sağlık
  • Çabuk öğrenen ve anlayan
  • Öğrendiği ve kavradığı şeyleri aklında tutan
  • Uyanık, cevval bir zekaya sahip olma (Platon’da açık paralelleri yoktur)
  • Hoş sohbet, güzel konuşma ( Platon’da böyle bir şey söylenmez)
  • Hakikati sevmek, yalandan, yanlıştan nefret etmek
  • Tabiatı gereği öz denetimi olan, aşırılıktan kurtulmuş
  • Para ve dünyevi şeylere itibar etmeyen
  • Adalet sevgisi olan ve her türlü zulüm ve adaletsizlikten kaçınan
  • Cesaretli, korkusuz, azimli, kararlı (Platon’un erkeksilik cesaretine paralelidir.)

Platon ve Farabi’nin devlet anlayışlarına baktığımızda ideal devletin abartılmış, ütopik şekillerine rastlasak da özenmemek ve hayran kalmamak elde değildir. Özellikle Platon’un gerek yaşadığı zaman için gerekse günümüze dek gelen yakın geçmiş hatta bugünümüz için ne denli önemli örnekler ortaya koyduğunu anlamamız için sadece Devlet diyalogunu okumamız bile yeterli olacaktır. Zira bu eser 2000 yılı aşkın süredir ortaya konan bütün devlet kuramı ya da toplum düzenlerinin başvuru kaynakları arasındadır.

YÖNETİM BİÇİMLERİ

Özgürlük Temelli Yaklaşım Liberalizm
Fransızca Liberte(özgürlük) kelimesinden türemiştir. Bireysel özgürlüğü temel alır. Görüşün en önemli savunucusu Adam Smith'in şu cümlesi bu görüşü çok kısa ve öz bir şekilde açıklamaktadır. '' Bırakınız yapsınlar, Bırakınız geçsinler''

17.yy'da Avrupa'da feodalist yaşamda mal artmış ve pazar oluşturmuştur, ancak satış kuralları satan kişi tarafından değil derebey tarafından belirlendiği için ürün sahipleri yavaş yavaş bu duruma isyan etmeye başladılar ve J. Locke kurallarımızı özgürce biz kuralım diyerek liberalizmin temellerini atmış oldu.

Liberalizmde iki tür eşitlik vardır birisi fırsat eşitliğidir. Herkesin elinde aynı atılım fırsatı vardır . Eğer bunu değerlendirirsen zenginleşir ve yükselirsin eğer değerlendiremezsen fakirleşirsin.Unutulmamalı ki bir kesimin zengin olması için bir kesim yoksul olmalıdır. 
Diğeri ise Kanunlar önünde herkesin eşit olacağı hükmüdür.

Bireylerin birey bazında tek tek mutlu olmasıyla toplumun mutlu olmasını hedeflemektedir liberalizm. 

Liberalizmde en iyi devlet en az hüküm veren devlettir.Ayrıca devlet hiç bir yatırıma karışmaz tüm yatırımlar özel sektör tarafından yapılır.Devletin tek temel görevi güvenliktir. 

Sosyal Devlet;Sosyalizm ile yakından uzaktan bir ilişkisi yoktur. Tek amacı liberal devleti yaşatmaktır. Çünkü liberal devlet halkın eğitim-sağlık-kültür v.b unsurlarıyla ilgilenmez ancak bu durum düzeni uzun vadede dağıtacağından sistemin dağılmasını önlemek ve istikrarını devam ettirmek için zorunlu olarak ortaya çıkmış görüştür. Devlet imkanı olmayan bireylerin yaşama-barınma ve eğitim hakkını güvence altına almıştır bunun tek amacı sistemin devamlılığını sağlamaktır.

Liberal ekonomi = Kapitalizm
Kapitalizmin en önemli halkası kuşkusuz Sermayedir. Çünkü liberalist devlet yatırım yapmayacağından yatırımları sermaye sahibi kişiler yapacaktır. Bu durum işçi-işveren farkını oluşturmaktadır. İşverenin parası vardır işi kurar , işçi işverenin istediği şartlarda çalışmak zorundadır.Çünkü işveren azken işçi çoktur, işveren o şartlarda çalışacak işçi bulurken işçi kendi şartlarına uygun iş bulamayabilir. 

Sınıf farkları kapitalizm için en mükemmel pazardır. İnsanların çevre ve kültürle sahip olduğu statüyü ürünlere bağlayarak statü üzerinden insanlara ürün satmaktadır. Örn : ülkemizde sigara reklamları yasaklanmadan önce parlamentin çok önemli bir reklamı varmış, patron oturur sigarası biter genç bir bayan gelir ve sigarayı yeniler. Bu imajla insanlara parliament patron sigarasıdır öğretisi verildi ve hala patron sigarası diye devam etmekte gelir düzeyi düşük insanlar bile bu ürünü alarak kendini bir üst statüden sanmaktadır.

Her ne kadar inanmadığımızı söylesek de günün birinde bir boğaz manzaralı evde yaşadığımızı hayal ederiz. Kapitalizmin bize verdiği fırsatlar sayesinde, bir gün o evde oturma ihtimalimiz vardır.Bu ihtimal uğruna çalışmaya , kendimizi geliştirmeye kısacası fırsat eşitliğini kullanarak rakiplerimize fark atmaya çalışırız. Bu olay kapitalizmin yıkılmasını engelleyen yegane sebeptir.

Tüketimde vergi uygulaması vardır.


Eşitlik Temelli Yaklaşım Sosyalizm
Sosyalizm ; sınıfsız,eşit ve ideal bir toplum düzeni yaratmak için özel mülküyetin ortadan kalkmasını ve üretim araçlarının devlet tekelinde toplanmasını savunur. Böylece sermayeyi temsil eden işveren sınıfı ile emeği temsil eden işçi sınıfı arasındaki fark ortadan kalkacaktır.

Eğitim-sağlık-barınma ihtiyaçlarınız yalnızca birey olduğunuz için devlet tarafından karşılanmak zorundadır. Yaptığım bir araştırma sonucuna göre '' 
Sovyetler Birliği’nin son dönemlerinde okuma yazma bilen insan sayısı 0'e yaklaşmıştı. 14 yaşına dek kişinin bütün eğitim masraflarını devlet karşılardı. Yüksek öğretimde, geniş bir burs sistemi uygulanırdı.'' Bu örnekten de anlaşıldığı üzere eğitim tamamen devlet tarafından verilmektedir.

Bireyler arası yalnızca fırsat ve hukuk eşitliği yoktur, Bireyler her alanda eşittir.

Mutluluk liberalizm aksine bireyde başlayıp topluma varmaz, toplumda başlayıp bireye indirgenir.

Komünizm için bir alt basamak olarak görülür asıl amacı komünizme geçiş sağlamak için gerekli alt yapıyı oluşturmaktır. Çünkü Komünizm devletler arası sınırların kaldırıldığı tüm Dünya'nın sosyalizme geçtiği sistemdir. Günümüzde komünist devlet yoktur. Sosyalist devlet vardır ve liberalist devletler tamamen bu sistemden vazgeçmediği sürece komünizm olmayacaktır çünkü komünizmde SSCB olduğu gibi tüm dünya ülkeler arası farklılıkları kaldırır.

Sosyalist Ekonomi = Merkezi ekonomi.
Tüm fabrikalar devlet tarafından açılır. Özel sektör yoktur dolayısıyla işveren devlet olmuştur buda işçi-işveren farkını ortadan kaldırır.
İşçi işveren farkı kalkmış derken internette okuduğum bir yazı hatırladığım kadarıyla '
' günde 18 saat yeraltında çalışan maden işçisine sormuşlar "sosyalizm nedir" diye.
"güneşi hergün görebilmektir"demiş...

Ekonomi devlet tarafından şekillendirildiği için enflasyon yoktur.

Kapitalizm aksine halk tüketmeye değil üretmeye yöneltilir. İnsanlara ihtiyaçlarından fazlasının tüketilmemesi gerektiği öğretilir.

Gelirde vergi uygulaması vardır.

Halk üretir , Gelir devlette toplanır devlet gelir ile halkın ihtiyaçlarını karşılar .


Sosyalizm anlatıldığı kadar güzel olsa idi SovyerSosyalistCumhuriyetlerBirliği yıkılmazdı ?Bildiğiniz üzere SSCB liberalizm yaşamadı Direkt olarak sosyalizme geçiş yaptı ve ne yazık ki Karl Marx'a göre toplumun bir üst düzeye geçmesi için alttaki düzeni yaşaması onun çelişkilerini görerek bir üst sisteme geçmesi gerekmektedir. Bu sistemler;
İlkel Komünizm .
Kölelik
Feodalizm
Liberalizm
Sosyalizm
Komünizm

SSCB liberalizm yaşamadan feodalizmden sosyalizme geçmiştir. Bu sebeple ekonomiyi ayarlamakta güçlük çekmişler ve dağılmışlardır.

İSLAM ve DEMOKRASİ
Çoğulculuk Temelli Demokrasi
Günümüzde önemle üzerinde durulan önemli meselelerden biri de, demokrasinin İslâmiyetle bağdaşıp bağdaşmadığı meselesidir.
Öncelikle, demokrasiyi ele alacağız. Şöyle ki; demokrasi, kendi ana yapısını oluşturan esaslarına ters düşmeyen her şekle ve anlayışlara açık bir sistemdir. Yani halk çoğunluğunun tercih ettiği sistem ve anlayışa göre şekillenir. Halk çoğunluğunun tercihi değiştikçe esaslarını muhafaza etmek şartiyle o da değişir.
Teorik olarak bilinen bu iyimser demokrasi, pratikte görülen demokrasiden maalesef farklıdır. Teorik demokrasi, halk egemenliğini gerçekleştiren,
  • hür seçim,
  • hukukun hakimiyeti,
  • kanun karşısında eşitlik,
  • din ve vicdan hürriyetleri,
gibi temel yapıya dayanır ki bu esaslar demokrasinin ana yapısıdır ve değişemez ve değiştirilemez.
Pratikte ise, genellikle kitablarda kalan demokrasi esaslarının zıtları oluşur. Dolambaçlı yollarla demokrasi adına ideolojik ve kişisel heveslerin mücadelesi, toplum ve siyaseti çıkmazlara sokar. Makam peşinde koşmalar oldukça fazladır. 
Hakka Dayalı İslam
İslam anlayışında ise; hukukta, evlilikte, boşanmada, mirasta, ticarette, ahlakta kısacası her şeyde Allah'ın hükümlerine ve peygamber sünnetine bakılır. Allah ve Peygamberin hükümleri zaman içinde farklı yorumlanıp uygulanabilir. İslam dinamik bir dindir ve zaman ve mekana göre alimler tarafından yorumlanan birtakım ayetlerin hükümleri (belli sınırlar çizilerek) değiştirilebilir. Tüm bunlara bakarak İslam ve Demokrasi ters düşüyor şeklinde bir ifade akıllara gelebilir. Ancak bu dönem içerisinde en akla yatkın sistem demokrasi olduğundan ve belli sınırlar çerçevesinde demokrasi islama ters düşmeyeceğinden, demokrasi islamla beraber düşünülebilir. Ancak islam olmadan demokrasi, hatalı bir yönetimden başka bir şey olmayacaktır. Allah da Kur'an'da müslümanları
"Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir."(Maide - 44)
"Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, işte onlar fasıklardır." (Maide - 45)
"Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, işte onlar zalimlerdir." (Maide -47)
ayetleriyle hükmü doğrudan Allah'tan almaya davet etmektedir.

Yazılan Ütopyalar

ÜTOPYALAR
Ütopya, aslında olmayan, tasarlanmış olan ideal toplum ve devlet şekli anlamı taşır. Ütopyalar, ideal düzen arayışlarının tasarlanmış tipik örnekleridir. Ütopyalar üzerine görüşler iki biçimde ortaya çıkmıştır. Bir kısmı özendirici, istenen nitelikte, diğer bir kısmı ise korkutucu, ürkütücü ütopyalardır.

İstenen (Özendirici nitelikte) Ütopyalar

Bu tür ütopyalar, ideal bir toplum ve devlet tasarımlarıdır. Bu özellikteki ütopyaların en önemlileri şunlardır:

Platon'un Ütopyası

Platon, "Devlet" adlı eserinde ideal devletin nasıl olacağını belirtmiştir. Bu devlette insanlar üç sınıfa bölünmüştür; Çalışanlar (işçiler, çiftçiler, zanaatkarlar), bekçiler (askerler) ve yöneticiler. İşçi sınıfı çalışıp üretimde bulunarak devletin maddi ihtiyaçlarını karşılar. Bekçiler sınıfı toplum içinde güvenliği ve dışarıya karşı devletin varlığını savunur. Yöneticiler sınıfı ise devleti yönetir.

Bu toplumda her sınıfın bir erdemi vardır. İşçi sınıfının erdemi kanaatkâr olmak, bekçi sınıfının erdemi cesaret, yöneticilerin erdemi ise bilgeliktir.

Platon'un açtığı bu ütopik devlet anlayışı yolu, gelecekte hem doğu hem de batı felsefelerinde temsilciler bulmuştur. Doğu felsefesinde böyle ütopik bir devlet anlayışını Fârâbî'de görmekteyiz.

Fârâbî'nin Ütopyası

Platon'dan etkilenen Fârâbî, "Medinet'ül Fâzıla" (Erdemli Şehir) adlı esrinde böyle ütopik bir devlet tasarlamıştır. Ona göre, insanlar yardımlaşarak bir arada yaşamalıdır. Sağlıklı bir organizmada bütün organlar nasıl uyumlu bir şekilde çalışıyorsa, toplum da böyle olmalıdır.

Kötü insanlar toplumdan çıkarılmalıdır. Erdemli şehirde gerçeklikler, doğruluklar, iyilik ve güzellikler birleşirler. Bunu sağlayan bu şehrin yöneticisidir. Yönetici, peygamber ile filozofun erdemlerini kendinde toplayan kişidir ve bu özeliklerini topluma yayarak devleti yönetir. Bireylerin de yöneticinin bilgilerine katılmasıyla mutlu bir şehir doğar.

Thomas Morus‘un Ütopyası

Roman tarzında yazdığı "Ütopya Adası" adlı eserinde ütopik bir devlet tasarımı ortaya koyar. Bu devlette özel mülkiyet yoktur ve yasaktır. Herkes devlet adına üretir. Para geçerli değildir. Üretilenlerden herkes ihtiyacı kadar alır. Bireyler günde altı saat çalışır, geri kalan zamanlarını sanat ve bilimle uğraşarak geçirirler. Yöneticiler, tıpkı Platon'un ideal devletinde olduğu gibi, çok sıkı bir eğitimle yetiştirilir.

Tommaso Campanella'nın Ütopyası

Güneş Devleti adlı eserinde ütopik bir devlet yasarımı yaparken, o da Platon'un etkisi altında kalır. Güneş kentte her şey ortaktır. Aile yoktur. Eşlerin seçimi yönetimce yapılır. Kent bir rahip tarafından adilce yönetilir. Herkes dört saat çalışır. Geri kalan zamanda sanat, eğlence, okuma, beden ve ruhları eğitme gibi zevk veren işlere ayrılır. Yöneticinin yetkisi mutlaktır. Adları "Güç", "Akıl", " Sevgi" anlamına gelen üç yardımcısı vardır.

Francis Bacon'un Ütopyası

Yeni Atlantis adlı eserinde ütopik devletini tanıtır. "Ben Salen" adlı adada sağlam bir ahlâk anlayışı egemendir. Özel bir örgüt, halkın bu yüksek bilgi ve kültürünü planlar ve yürütür. Buna göre "Yeni Atlantis" bir bilgi devleti olarak tasarlanmıştır.

Korkutucu Nitelikte Ütopyalar

Günümüzde de ütopyalar yazılmaktadır. Ancak, bunların ortak bir niteliği vardır, o da toplumları gelecekte bekleyen tehlikeleri göstermektir. Bu tehlike, bir yandan makineleşen bir toplumda insanın duygu, düşünce ve değer sistemleri ile yok olup gitmesidir. Öte yandan, insan özgürlüklerinin, demokratik hakların kurulacak bir despotik devlet tarafından yok edilmesidir. Bu ütopyalar, insanları, bu türden tehlikeler için önceden uyarmaktadır.

Huxley'in Ütopyası

Yeni Dünya adlı eseri bir bilim-kurgu özelliği taşır. "Yeni Dünya" da teknoloji çok gelişmiştir. İnsanlar suni yoldan üremektedir. Evlilik yoktur. İnsanlar çalışır ve eğlenirler. Hastalanma ve yaşlanma yoktur. Geçmiş, tüm değerleriyle yok edildiği için, geçmişi düşünme ve özlem duyma yoktur. Bu ütopya, doğal yaşamdan kopmayı dile getirme açısından geleceğe ilişkin bir korku ütopyasıdır.

G. Orwel'ın Ütopyası

Orwel, "1984" adlı eserinde despotizmin (zorbalık) egemen olduğu bir dünyayı tasvir eder. Bu ütopyaya göre, dünya eşit güce sahip üç bloka ayrılmıştır. Yönetenler tek egemen güçtür. İnsanlar yöneticilerin korkusu ile sinmiş, özgürlükler kaldırılmış, ahlâki ve insani duygular yok edilmiş, düşünme ve düşündüğünü söyleme yasaklanmış, yaşam tüm güzelliklerini yitirmiştir. Hiç kimse birbirine güvenememektedir. Çoğu kişiler casustur. En yakınlarını yönetime gammazlama bir ödev haline getirilmiştir. Bireylerin kişilikleri tamamen silinmiştir.

Orwel bu eserinde, gelecek üzerine korkularını dile getirmiştir. İnsanları, modern dünyayı etkileyebilecek sorunlar üzerinde düşünmeye yöneltmek istemiştir.